11.2.10

Stella Aciman ile Söyleşi

Azınlık edebiyatının çağdaş ismi Stella Aciman: "Kıbrıs bana ilham verdi."


fotoğraf © Hande Göksan


İlk kitabı ‘Bella’ ile sansasyonel bir başarı yakalayan Stella Aciman, üç yıldır Lefkoşa’da sessiz ve sakin bir hayat sürüyor. Son kitabı ‘Bir Masaldı Geçen Yıllar’ı Kıbrıs’ta yazan Aciman, üç nesil kadının Türkiye’nin değişen değerleriyle şekillenen yaşamlarını anlatıyor...

Üç senedir Kıbrıs’ta yaşıyorsunuz. Sizi Kıbrıs’a getiren ne oldu?
Bundan üç sene önce annemi kaybettim. Hastalığı ve vefatı öyle ani gelişti ki, her şey bittikten sonra kendimi çok ortada hissettim. Bir anda İstanbul’dan soğudum. Zaten son zamanlarda bu kentten bir uzaklaşma ve kaçma isteğim vardı. Ama açıkçası Kıbrıs aklımda hiç yoktu. O sıralar sıklıkla konuştuğum, BRT’de haber müdürü olan bir arkadaşım vardı. Onun ısrarlı daveti üzerine soluğu Kıbrıs’ta aldım. Bir anda vuruldum. Bir adada olmak, gerektiğinde hem şehrin göbeğinde hem de kısa sürede sakin bir doğanın ortasında olabilmek çok hoşuma gitti. O sakinlik, sessizlik beni büyüledi. Kısacası, benim için gidiş o gidiş oldu. Burada yaşayabileceğimi hissettim. Kitaplarımı yazmam için de ideal bir yer olduğunu düşündüm. Ve kaldım...

Peki doğup büyüdüğünüz İstanbul’u hiç özlemediniz mi?

Çok mecbur kalmadıkça İstanbul’u görmek dahi istemiyorum. Sadece İstanbul’da yaşayan arkadaşlarımı özlüyorum. Ama İstanbul’a gelmektense arkadaşlarımı Kıbrıs’a davet etmekten ve orada ağırlamaktan daha çok hoşlanıyorum. Özellikle gelip adayı görsünler istiyorum, çünkü insanların kafasında yanlış bir imaj var. Kıbrıs denince akla ilk gelen kumarhaneler oluyor. Halbuki orada yaşanacak öyle güzel anlar ve görülecek öyle güzel yerler var ki... Denizse denizin alası... Yemekse, özgün bir mutfak kültürü... Arkadaşlarım gelip adayı gördükten sonra akıllarındaki o kumarhane cenneti imajı da siliniyor. Kıbrıs’ın üzerine yapışmış bu imajdan kurtulması ve diğer turistik zenginliklerini keşfetmesi gerek.
Son kitabınız ‘Bir Masaldı Geçen Yıllar’ı Kıbrıs’ta tamamladınız. Kıbrıs size nasıl bir ilham verdi? Bağrında koruduğu kültür çeşitliliği ile elbette... İstanbul da beni bu açıdan çok doyurmuştu. Zaten kitabın devamı niteliğindeki gelecek kitabım, Kıbrıs’a da uzanacak. Ardından Kıbrıs üzerine bir çalışma yapmayı da planlıyorum. Şu an onun altyapıları üzerine çalışıyorum. Ama ben farklı bir Kıbrıs yazmak istiyorum. 

Devam kitabı, yine ‘azınlık edebiyatı’ kapsamına girecek nitelikte bir eser mi olacak?
Evet. ‘Bir Masaldı Geçen Yıllar’, Türkiye’de 1926 ve 1960 yılları arasında üç nesil Yahudi kadınının yaşamından kesitler sunuyor. Kitabın devamı, Kıbrıs’la ilgili bir bölüm de içerecek. 1964’te Türkiye’deki Rumların sınır dışı edilmesi ve Kıbrıs’ta gelişen olaylar ilintili olduğu için, konuyu iki taraflı ele almayı planlıyorum. Dolayısıyla Kıbrıs da öykünün içinde bir şekilde yer alacak.

Buradan ‘azınlık edebiyatı’na girecek olursak, sizin bu edebiyat içinde durduğunuz yer, anlatmak istediğiniz nedir?
Öykünün anlatmak istediği, azınlıkların Türkiye’de o günden bu güne geçirdikleri değişim; neredeydiler ve nerelere geldiler... Nedense ‘azınlık’ kelimesi ve bu kelimenin çağrışımları, son yıllarda sorgulanır ve tartışılır oldu. Ben Yahudi’yim ve ‘Neden Yahudi’yim’ diye 50 yaşından sonra düşünmeye başladım. Halbuki bizim geçmişimizde böyle bir şey yok. Yani Türk, Rum, Ermeni, Yahudi iç içe yaşadık. Kimse bize ‘sen o sun, sen busun’ diye bir ayrımcılık yapmadı.

Sizce bu sorgulama ‘çokkültürlülük’ anlayışıyla birlikte mi başladı? Artık insanlar kimliklerini ve ait oldukları kültürü sorguluyor. Bu da, ötekileşmelerini ve ötekileştirilmelerini pekiştiriyor olabilir mi? Azınlık edebiyatının yükselişe geçmesi de bu durumla mı ilişkili?
İnsanları milletleriyle, ırklarıyla, dinleriyle etiketlemek ve hepsini aynı potada değerlendirmeye kalkmak tavrını hiçbir zaman anlamadım. Çünkü hiçbir insana bu gözle bakmadım. Yahudi dediğin zaman bütün bir milleti, üzerlerine yapışmış olan ‘cimri’ ve ‘korkak’ gibi sıfatlarla değerlendirmek çok yanlış. Her milletin cimrisi de var korkağı da, iyisi de kötüsü de. Ama nedense hep dinden dolayı insanları etiketlemeye bayılıyoruz. Son derece yanlış ve çok da saçma. Ayrıca çok da tehlikeli...

Sizce azınlık edebiyatının bu tehlikeleri önlemek ve bu tehlikeleri görünür kılmak gibi bir tasası olmalı mı?

Tabii ki... Çünkü Türkiye’de hâlâ geçmişimizden korkuyoruz. Yaşadığımız birtakım olayları hâlâ yok saymaya kalkıyoruz. Örneğin, kitabımda da uzunca değindiğim 6-7 Eylül olayları. Sebepleri ne olursa olsun bu olaylar yaşandı; bunu inkâr edemeyiz. Ama tutup da bunun bir sergisi yapıldığı zaman 3-5 insan sergiyi basmaya kalkıyor. Bırakın konuşulsun ve halledilsin. Eğer insanlar bunun için birbirinden özür dileyecekse, dilesin. Ve artık kapansın. Meseleler konuşulmadıkça, geçmişle hesaplaşılmadıkça gelecekte bir yere varamayız. Onun azınlık edebiyatı olmalı, bunlar yazılmalı ve konuşulmalı; ki sonuçlansın.

Sizce ötekileştirilen eşcinsel kimlikler de azınlık edebiyatının kapsamına giriyor mu? Zira ilk kitabınız ‘Bella’da eşcinsel bir kadın karakteriniz var. Zaten Türkiye’de kadın eşcinselliğine dikkat çeken ilk yazarsınız. Kadın eşcinselliği, sizce, ideolojik bir duruş, bir tepki barındırıyor mu?

‘Bella’, bir kadının kocasıyla yaşadığı olaylardan sonra, sevgiyi kadınlarda bulmasının öyküsü. Benim o kitapta vurgulamak istediğim, insanları böyle kimliklendirmenin ve etiketlemenin doğru olmadığı. Şuna inanıyorum: Sevgi varsa ilişki normaldir. Aslında insanın en temel ihtiyacı sevmek, sevilmek ve anlaşılmak. Bunu eşcinsellikte de bulsa bir insan, onu engelleyemezsiniz.

Kitabınızdaki üç ana karakter de kadın ve kitap bir epikriz ile başlıyor...

Evet, sonun başlangıcı... Kitap ana karakterin ölümüyle başlar ve oradan geçmişe gider. Kitaptaki ana karakterler üç ayrı nesilden kadınlar. Yoanna, Brana ve Ester... Üç kişinin de öyküsü bir şekilde çakışır. Kitap, onların yaşamlarını anlatıyor. Yoanna’dan başlayıp Brana’ya ve oradan Ester’in yaşamına uzanan bir öykü. Bu sürede senelerce esen bir değişim rüzgârı ve çevrede gelişen olaylar...

Aynı aileden üç nesil mi?
Evet, Türkiye’de yaşamış aynı aileden üç nesil kadının hikayesi... Tabii bu hikaye etrafında Türkiye’de yaşanan, özellikle azınlıkların başından geçen birtakım olaylar ele alınıyor. Özellikle 6-7 Eylül olayları, Azınlık Vergisi... Bu üç kadın, Müslüman, Rum ve Ermeniler ile tek bir yaşamın içinde. Hep beraber büyüyorlar. Yaşamları iç içe geçmiş. Hiç din, dil, ırk ayrımı olmadan birbirine kenetlenmiş bir çevredeler. Sonrasında ise azınlıkların, ‘azınlık’ olarak etiketlenmelerini tetikleyen olaylar, bu anlayışın seneler içindeki seyri. Tabii bu değişim hissi ikinci kitapta hat safhaya ulaşacak. İkinci kitap, 1961 ve 2003 arasını anlatacak. Ana karakterin 2003 yılında ölmesiyle öykü son bulacak. Karakterin öyküsüne eşlik eden tarihsel süreç, aslında Türkiye’nin yakın tarihi.

Bu açıdan alternatif tarih yazınına girdiği de söylenebilir...

Bu bir anı roman. Tarih kitabı veya belgesel gibi algılanmasın. Kimseye tarih dersi vermek gibi bir niyetim yok. Ben edebiyatçıyım. İnsanların ‘canlı’ bir yaşamdan, bir karakterin yaşamöyküsünden tarihsel gerçeklikleri okumaları başka bir şey. Hem okuması kolay hem de daha anlaşılır, çünkü kendinizi özdeşleştirebiliyorsunuz. Örneğin kitapta Struma Gemisi olayı var. İkinci Dünya Savaşı sırasında Romanya’dan yola çıkan ve Yahudiler’i taşıyan gemi İstanbul’a gelir, ancak içindekileri Türkiye’nin kabul etmemesinden dolayı karaya çıkamazlar. Gemi Sarayburnu önünde uzun süre bekler. Hep bir karaya çıkma umudu vardır. Ancak bir Rus torpilinin çarpması sonucu gemi batar ve yaklaşık 700 Yahudi can verir. Sadece bir iki kişi kurtulur. Kitabı okuyanların ilk sorduğu sorulardan biri, bu olayın neden daha önce duyulmadığı ve gizli kaldığıdır. Genç neslin bunu bilmemesi doğal, ama bu soruyu soranlar arasında yaşıtlarım da vardı. Elbette bunu ilk yazan ben değilim. Birçok kitap ve belgeselde değinilmiştir. Ama demek ki gözden kaçmış veya yeterince anlatılmamış. Bunlar konuşulsa, tartışılsa ve çözülse, önümüze daha sağlıklı bakabileceğiz.

Stella Aciman kimdir?

Yahudi bir ailenin çocuğu olarak 1953 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Bir süre İstanbul Üniversitesi İşletme Bölümü’ne devam ettikten sonra ticarete atıldı. Pek çok kuruluşta işletme müdürü olarak görev aldı. Çeşitli radyo kanallarında müzik direktörlüğü ve program yardımcılığı yaptı. İlk kitabı ‘Bella’ 2002 yılında yayımlandı. ‘Kırlangıçların Ömrü’ isimli ikinci kitabı’nı 2003 yılında yayımlayan Aciman, 2003 yılından beri Kuzey Kıbrıs’ta yaşıyor.



**Caretta dergisinde yayımlandı, 2006.


Jean Baudrillard did not die on March 6, 2007


The acknowledged philosopher, who is famous for blurring the boundaries between reality and simulation, passed away. Yet for him, dying was pointless, one has to know how to disappear...

Following a long illness, French sociologist and leading postmodernist thinker Jean Baudrillard died at the age of 77. Once he wrote “Dying is pointless. You have to know how to disappear”. Did he disappear? Well, speaking his theory, his death might not have taken place...He once said “What I am I do not know. I am the simulacrum of myself”.


Here comes Baudrillard’s most renowned term “simulacrum”, meaning the virtuality of signs that are generated by culture and media that create the reality we perceive. Baudrillard posed that our perception is captured and accordingly shaped by the simulacra which creates a “simulation” of the real. This simulacra of the real surpasses the real world and thus becomes “hyperreal”, a world that is more real than real. It presupposes and precedes the real.


The Matrix of the matrix
 
If you are confused, think of the famous Matrix Trilogy of Wachowski Brothers: “Welcome to the desert of the real”. This quote, voiced by the rebel chief Morpheus (Laurence Fishburne) in the first episode is Baudrillard’s most famous formula. Believe it or not, Baudrillard was invited to collaborate in the sequels, but he declined. Later, he accused the film Matrix of misunderstanding his philosophy. He found the film too “Platonic” and said “The Matrix is surely the kind of film about the matrix that the matrix would have been able to produce”.

Baudrillard is famous for his “outraging” remarks that shocked the audiences and intellectual faculties alike giving him a “notorious” title or “philosophic clown” attributes.

He attracted attentions by predicting that the first Gulf War in 1991 would not take place. During the war he insisted that it was not taking place. And after the war concluded, he went on saying it did not actually take place.

What Baudrillard actually wanted to point out was that the war was conducted as a media spectacle, quite similar to a war game, or a simulation. Considering under his terms of simulacra and simulation; during the war media replaced reality with simulation through reproducing the images of the real, which were selected and displayed according to a certain ideology. People around the world watched the images of war with the same attitude that they watch an advertisement on telly. They just watched the war on TV and went to bed afterwards. Thus, the war did not take place in the realm of the real.

Baudrillard later on went on discussing that there was no need for the media to virtualise events, as in Gulf War, since the war’s participants had thoroughly internalised the rules of simulation. That means, we are all captives in the hyperreality...

Baudrillard uses a famous tale by Borges to crystallise the term “hyperreal”: A great Empire created a map that was so detailed it was as large as the Empire itself. The actual map grew and decayed as the Empire conquered or lost lands. When the Empire collapsed, all that was left was the map itself. In Baudrillard's rendition, it is the map that we are living in, the simulation of reality, and it is reality that is decomposing due to disuse.

Well, a sparkling genius in this desert of the real, Baudrillard tried to travel beyond the hyperreal to “see what happens beyond”, as he put it in his words. It remains a mystery whether he achieved or not. Jean Baudrillard, born on July 29, 1929, died on March 6, 2007.


***Published in Caretta, 2007.

Interview with Alexander Markov




Alexander Markov, one of the best violin virtuosi, left a mark on Cyprus audiences with two amazing performances in the scope of the 4th International North Cyprus Music Festival. Markov says, he considers Cyprus visits as pleasant trips instead of professional ones...
You have been to Cyprus several times before. How do you feel in Cyprus?
Cyprus is a very peaceful island, indeed. I am also very happy about the annual music festival that promotes the kind of musical activities this country longs for. I am happy to contribute on my behalf as an artist to these cultural activities in Cyprus.

You have been to this part of the world several times...
Yes. Cyprus is a wonderful place to relax and take a deep breath to slow down. However, this time we had a different kind of excitement and a fast rhythm due to a very special event to me. This year, we performed the rock concerto, and a few days later was my recital comprising a strict classical repertory. These required hard work; but it was a sweet rush because I was very pleased and excited that the festival was open to new ideas instead of adopting a strict attitude. The director of the festival, Halil Kalgay
has put his heart to not only continue but also to develop the festival and thus he is open to different musical styles. I am very impressed of the hard work he has put in the organisation of the festival over the years. If it were not for him, surely all these wonderful activities would not be happening on this island. Kalgay is a praiseworthy person doing an extremely difficult job.

You participated in this annual music festival consecutively throughout the years. Can you compare the first years of the festival and the point it stands today?
I can say the festival has developed a lot and I am sure will be developing more in the forthcoming years.

What are your impressions of the audience in Cyprus?
I think it is a very enthusiastic audience. They are open-minded people. I like to be here with these people. That’s why I come back every year.

How does it feel like performing at the Bellapais Abbey? Does the historical atmosphere have an effect on you?
First of all, Bellapais Abbey is a beautiful place, very romantic. The reverberation is so perfect for solo instrum
ents or maybe a chamber orchestra only composed of a few instruments. Apart from its historical importance and beauty, the musical sense of the abbey is extraordinary and gives me delight while playing solo violin.

Among the places you have been to give concerts, which places can you list as your favourites?
Well honestly, I really love Turkey and North Cyprus. The people are very friendly, they like coming to the concerts. They are very enthusiastic and open-minded, which is very important. I, myself, learned a lot from the audiences in Turkey and North Cyprus. Everything is so natural here. Accordingly, you feel relaxed as an artist.

You give importance to listening to the performances of young musicians. Did you meet any talents in Cyprus?
Unfortunately, not this year. But last year we had a master class with EMU students. Students in this part of the world are enthusiastic musicians. They are very hungry for some new ideas and opportunities. I believe, in order to develop and take ambition in something, one should be hungry for something. If everything is given, then
there will be nothing to explore or seek. In the west, there are a lot of good teachers, but in this part of the world, it is different. I am very glad to offer these people the ideas or opportunities they seek for.

Together with hundreds of people, we watched your amazing rock concerto performance the previous night. Can you please first give us some information about it?
When we moved to America, I fell in love with two things; the rock’n’roll and girls. I loved rock’n’roll so much that I did not just want to listen to it but I wanted to become a part of it. I wanted to do something special. Eventually I approached my musical partner, James Remington, and he designed the marvelous electric violin with 6 strings for me. If I am a violinist, why not developing the violin, I thought. And we adapted it to the rock’n’roll music. It is the only one of its kind in the world and we had a patent on this. Then the idea came to combine my classical experience with rock’n’roll. In this aspect, the rock concerto is about my life. It is partially classical, and partially hard rock or heavy metal. Then, I met with some extraordinary musicians from New York; Gregg Gerson the drummer, Ivan Bodley, the bassist.

What was your objective in composing a rock concerto? Does it claim a message?
I wanted to do something special to attract the younger audience to the world of classical music; something ultimately different that would create an effect, shake and awake the audience. Musically, the rock concerto has a revolutionary aspect. When playing classical music, you have to follow the traditions of hundreds of years. You have only a limited independent area to play interpretation. You have to follow the intention of the composer. But in the rock concerto, the music is original. You can do whatever you want as long as it sounds well. You can express yourself a hundred percent as you are. The rock concerto offers a musical journey. People do not just come to listen 50 minutes of music, but to enter a different world. I want to grasp their attention at the first minute and take them to a different world. That is basically the idea behind it.

Which countries have you performed the rock concerto so far, and where did you get the most crowded audience? And, why, do you think?
Well, actually rock concerto is quite a new project. The premiere was held in America only two months ago. Apart from that, we mainly performed it in Turkey. We played in Izmir, Bursa, İstanbul and Eskişehir. We also played once in Israel. The most crowded we got was in İstanbul at AKM. But in Cyprus, we had an unfortunate shift of places. Because of the rain, we moved the stage and all the equipment to the EMU Sports Hall, from the Antique Theatre of Salamis. I think it is why we could not get many spectators.

You are among the very few virtuosi able to perform Paganini’s 24 Caprices at one recital. Is this extraordinary performance the result of long hours of study, or a deep love of the composer?
Both actually. Ever since I was very little, I was always fascinated by the image of Paganini. Well, for the 24 Caprices, I had an opportunity to give a recital in New York in the very beginning of my career. My father gave me the idea to do something really striking and challenging, instead of a regular list of sonatas. Thus started a hard marathon and finally the recital attracted attention. Then, we shot this film of my performance with the director Bruno Monsaingeon, which was released worldwide on DVD just a week ago.

You moved to the US from Russia with your family. Do you ever wonder where is home to you?
This is an easy question to answer, because obviously it’s US. Not to forget to mention that there is a wonderful culture in Russia. Actually nowadays, I spend more time in Turkey. Turkey is home to me for now.

Would you like to add something?
I would like to emphasize how much I am impressed with the hard work undertaken in the organisation of the music festival in Cyprus. I am very glad to participate in such a festival. I give a lot of concerts around Europe in the scope of various organisations. One or two years later, these organisations generally end up. But here, it is exactly the opposite. Thanks to the determined attitude of the festival, the interest in the culture is getting bigger and bigger every year, giving me a pleasant hope. I take pleasure in watching this grow, that is why I come back every year.


JETLAGGED!
How do you keep up with long hours of flight spent within the plane?
It is fine. I like travelling. I feel relaxed. I sleep or I can even read. It is better to fly long way than to make connections. Then, you have to spend long hours at a terminal which gives you exact boredom.

Does the long hours of travelling affect your adaptation or performance? Or what do you do to prevent this?
It does not, really. I never had any trouble. Maybe in the case of some organization problems, some times I had difficulties. But it happens very seldom indeed.

You said you enjoy coming here. Have you ever flied with CTA in one of your travels to Cyprus?
Yes, I think last year and the year before, when I was to come to Cyprus for the festival again, I travelled with CTA. It was very good experience. I enjoyed it.

Have you ever encountered something interesting in one of your flights?
Of course, I encounter a lot of interesting things on my journeys. Once, I remember, I was running very late for one of my flights from Cyprus. And, they got me directly on the plane, on the runway a few minutes before the plane takes off. I felt like James Bond.




A living legend
Alexander Markov was born in Moscow and studied violin with his father, concert violinist Albert Markov. By the time he was eight years old, he was already appearing as a soloist with orchestras. At the age of fourteen, he received a rare personal invitation from Jascha Heifetz to study with him. The Gold Medal winner at the Paganini International Violin Competition, Markov is praised by the famous violinist Lord Yehudi Menuhin with these words, “He is without doubt one of the most brilliant and musical of violinists”

***Published in Caretta, 2008.

İğnenin 500 yıllık dansı: Lefkara İşi

Beş yüz küsür yıllık bir gelenek olan Lefkara nakış işçiliği, anneden kıza aktarılan bir gelenek. Lefkara İşi, Kıbrıs kültürünün yüzyıllardır değişmez simgesi olmayı sürdürüyor.

Yüzyıllardır farklı medeniyetlerin hakimiyeti altında kalan Kıbrıs, yöresel el sanatları açısından birçok farklı kültürün sentezine dayalı bir zenginliğe sahip. Birçok uygarlığın izlerini mozaiğinde taşıyan Kıbrıs, el sanatları açısından tarihte hep önemli bir üne sahip olmuş. Krallara, kraliçelere, komutanlara sunulan Kıbrıs el sanatlarının nadide örnekleri, kişisel koleksiyonların gözde parçaları olmuş.
El sanatları açısından hayranlık uyandıran bir çeşitlilik ve zerafete sahip Kıbrıs kültüründe, yüzyıllardır belki de en çok rağbet gören parça ise, Lefkara İşi olarak bilinen nakış işçiliği. 1953 yılında İngiltere Kraliçesi’ne bir örneği sunulan Lefkara İşi, adını Kıbrıs adasının güneydoğusunda yer alan küçük ve sevimli bir kasabadan alıyor. 1481 yılında Kıbrıs’a gelen Leonardo da Vinci, bir parça Lefkara İşi’ni Milano Katedrali’nde sergilemek üzere yanında götürmüş. Sonrasında, bu eşsiz parçanın ünü Milano’da yayılmış.
Venedik dantellerini kıskandıracak incelikteki Lefkara İşi’nin öyküsü ise, kendi güzelliği kadar müstesna.

Dantelin büyüsü
Besteci Vivaldi’nin, bütün o muhteşem eserlerini nasıl bestelediği anlatılırken, Venedikli kızların eteklerindeki zarif dantellerden ilham aldığı söylenir. Danteli çok seven Venedikliler, Kıbrıs’ı 15. yüzyılda hakimiyetleri altına aldığında, Lefkara’da halihazırda nakış işçiliği yapıldığı biliniyor. Venedikliler’in çok ilgi göstermesi ile ünlenen Lefkara dantellerinin üretimini artırmak için o dönemde köyde kurslar açılmış. Lefkaralı genç kızlar ve civar köylerden gelen kızlar, Lefkara’ya özgü bu nakış işçiliğini bu kurslarda öğrenmişler.
Zenginliğin en önemli simgelerinden biri olan gösterişli dantellerin çok rağbet gördüğü Venedik’te, İtalyan tüccarların Kıbrıs’tan götürdüğü Lefkara İşi danteller kısa sürede önemli bir yer edinmiş. Venedikli genç hanımlar, balolarda bu muhteşem dantellerle gösteriş yapıyorken, Lefkara halkı da dantel ihracatından önemli gelir elde etmeye başlamış. Kısa sürede, civar köylerden gelen kızların da katılımıyla, Lefkara nakış işçiliği, bölgede önemli bir üretim ve geçim kaynağı olmuş.
1481 yılında Kıbrıs’a gelen ünlü sanatçı Leonardo da Vinci’nin, bu harikulade el işçiliği örneklerinden satın almak için Lefkara’yı bizzat ziyaret ettiği söylenir. Da Vinci, aldığı el işi dantelleri Milano Katedrali’ne hediye eder ve burada sergilenen danteller büyük ilgi görür. Bugün Leonardo Da Vinci tarafından seçilen Lefkara nakışında bulunan motif, onun adı ile anılıyor. Motif, Kıbrıslı Türkler tarafından ‘dere’ olarak adlandırılıyor.
1571 yılında Osmanlı idaresine geçen Lefkara’ya yerleşen Türkler de bu ince ve zarif dantel işçiliğini öğrenerek, Anadolu’dan getirdikleri modellerle zenginleştirmiş. Sonraki yüzyıllarda, adaya gelen turist ve tüccarlar, Lefkara İşi dantellerden yanlarında götürerek farklı coğrafyalarda bu el sanatlarının varlığını sürdürmüşler.
18. yüzyılda yoğun olarak göç etmeye başlayan Lefkaralı Rumlar da, sahip oldukları bu kültürel mirası başka ülkelere taşırlar. Bu süre boyunca nakış, Lefkara köyü için o kadar önemli bir gelir kaynağı olur ki, sağlanan gelir ile köye bir hastane ve beş sınıflı bir okul yaptırıldığı söylenir.
Uzun yıllardır Lefkara işi yapan Şenay Ekingen, Lefkara İşi’nin savaş ve zorluk zamanlarında aile geçimine katkılarını ve Lefkara İşi ile tanışmasını şöyle anlatıyor: “1964 yılında Lefkara yerlilerinin bir kısmı, Akıncılar bölgesine göçtüler. Ben de Lefkara İşi ile bu sayede tanıştım. 1970’li yıllarda, el sanatlarına olan düşkünlüğümün de etkisi ile bu kişilerden Lefkara İşini öğrendim. O dönemde insanlar geçim sıkıntısı çekerken, bu el sanatı ile geçimlerini sağlamaktaydı. Ailemin desteği ile ben de bu işi öğrenmeye karar verdim. 1974’e kadar da bu işi yaptım. Ancak 74 sonrası malûm nedenlerle bir durgunluk yaşadık. 1987 yılında tekrar başladığım Lefkara işini, o günden beri esas mesleğim olarak sürdürüyorum.” Şenay Hanım, Büyük Han’da bulunan dükkanı Sü-Ha Ticaret’te 2002 yılından beri, yaptığı işleri sergiliyor.
Aynı dönemin bir başka tanığı, Talat Ermetal, Lefkara işi ile postahanedeki görevi sırasında tanışmış. 1962-74 yılları arasında postanede çalışan Ermetal, bu dönmede ABD ve İngiltere’ye yüksek miktarda Lefkara işinin gönderilmesine tanık olmuş. Ermetal, 1974 sonrasında bu işi kendisi yapmaya karar vermiş: “Lefkara’lıların yerleştikleri bölgelere giderek, eşimin hazırlamış olduğu motifleri, onlara yaptırdım ve Pile aracılığı ile, Rum tarafına pazarladım. Pazarladığım ürünlerin içerisinde tepsi, çerçeve gibi eşyaların ise kaplamalarını ben hazırlamaktaydım.” Bugün, Talat Ermetal, yılların deneyimi ile, Lefkara işlerini Büyük Han’daki dükkanında ziyaretçilere sunuyor.

El emeği, göz nuru
Anadan kıza geçen bir gelenek olan nakış işçiliği, mekândan ve zamandan bağımsız, hep kadınlarla özdeşleştirilmiş. Mısır’da tahtın koruyucusu olduğuna inanılan dokuma tanrıçası Neith’ten, Yunan Mitolojisinin talihsiz nakışçısı Arakne’ye; Odysseus’un sadık eşi Penelope’den, yün dokuma tezgahında büyü yaptığına inanılan pagan kadınlarına; kocası VIII. Henry’nin gömleklerini işleyen Aragon’lu Catherine’den, çağdaş sanatın marjinalliğinde nakışı ve dokumayı yeniden gündeme getiren Kahireli sanatçı Ghada Amer’e...
Lefkara nakış işçiliği de Kıbrıs’ta yüzyıllardır kadınlar ve genç kızlar tarafından sürdürülüyor. Lefkaralı hanımların, annelerin, kızların ince ellerinde özenle hayat bulan Lefkara İşi, iki grupta toplanıyor: Keten üzerine Lefkara İşi ve iğne işi Lefkara. İkisinin de işlemesi sırasında yastık kullanılıyor. İğne işi Lefkara’nın yapımı son derece zahmetli, ancak ortaya çıkan sonuç büyüleyici. Keten üzerine Lefkara İşi yapılırken, yastık üstüne tutturulan keten kumaşın ipleri çekiliyor ve iğne ile kareler oluşturuluyor. Yıldız dolgu işlenerek ve kesme yolu ile süsleme yapılarak Lefkara İşi o nazenin görüntüsüne kavuşuyor. Motiflerin tamamlanması sonrasında tüm işin etrafına kemer işlemesi veya simbi yapılıyor.
Lefkara keteni önceleri Kıbrıs'ta ekilmekte ve yöreli kadınlar tarafından dokunmaktaymış. Geçmişte keten dışında kaput ve deri üzerine Lefkara İşi de yapılmaktaymış. Annelerin, kızlarının çeyizleri için dokuduğu Lefkara İşi, zamanla güzelliğinden ötürü farklı coğrafyalara da yayılarak, ticarî bir değer kazanmış. Bugün de, Lefkara İşi Kıbrıs kültürünün önemli bir temsilcisi. Adaya gelen turistler, bu dantel örneklerine büyük ilgi gösteriyor. Ancak, güzelliği ile büyüleyici olan Lefkara İşinin ardındaki hikaye ve tarih malesef çok fazla bilinmiyor. Adayı ziyaret eden turistlere hitaben Lefkara İşi; tabak, çanta, bardaklık gibi eşyaların üzerine uygulanıyor. Anılır Art Gallery’den Aysın Anılır, özellikle turistlerin ilgi duyacağı, kılıf, kitap ayıracı, tepsi, gibi daha portatif işler üzerine çalışıyor. “Kıbrıs kültürünün hazinelerinden sayılacak Lefkara işleri, bu kültürü yayabilmek amacı ile de oldukça önem taşımaktadır”, diyor Anılır. 2001 yılından beri Lefkara işi yapan Anılır, temel teknikleri Lefkaralı komşusundan öğrenmiş Onun için bu sanatı yaşatmak ve tanıtmak çok önemli.

Geleneği yaşatmak
Kültürel zenginliklerin ve el sanatlarının korunması, günümüzün teknoloji ağırlıklı yaşamında çok büyük önem taşıyor. Seri üretimin, fabrikasyon ve kullanıma hazır eşyaların yaygınlaştığı çağımızda, yerel kültürün özgünlüğünü ve otantikliğini sürdüren el sanatları, hızlı bir gerileme ile yok oluşa sürükleniyor. Bunun değiştirilmesi, el sanatlarının ve yerel kültürün yaşatılması için birçok kurum farklı girişim ve projeleri hayata geçiriyor.
Kuzey Kıbrıs’ta 1977 yılında kurulan Halk Sanatları Enstitüsü (Hasder), Kıbrıs halk sanatlarının korunup yaşatılması ve yaygınlaştırılması yolunda çalışmalar yapan derneklerden biri. Has-Der, Kıbrıs el sanatlarının üretimini, mesleki eğitim verilmesini, üretilen ürünlerin sergilenmesini ve satışını gerçekleştiriyor.
Geleneksel Kıbrıs evlerinin en önemli süs eşyalarından biri olan ve Leonardo Da Vinci’den günümüz turistlerine kadar Kıbrıs’a gelen hemen herkesin ilgisini çeken Lefkara İşi, bu gibi derneklerin ve kültürel mirasını yaşatmaya çalışan Kıbrıslılar’ın sayesinde günümüze kadar ulaşmış. Bu zarif ve köklü geleneğin gelecek kuşaklara ulaşması ise, ancak yeni nesil gençlerin göstereceği ilgiyle mümkün.



Leonardo Da Vinci ve Lefkara
Ünlü sanatçı Leonardo Da Vinci’nin 16. yüzyıl başlarında, Magusa’daki kent duvarlarını yenilemek için Venedikli yöntecililerin daveti üzerine Kıbrıs’a geldiği çeşitli kaynaklarda belirtiliyor. İşte bu ziyareti öncesinde, 1481 yılında Leonardo, güzel dantellerin narin hanımların ellerinde hayat bulduğunu duyduğu Lefkara köyünü ziyaret eder. Bir parça Lefkara İşini, Milano Katedrali’nin altarında sergilenmesi için yanında götürür. Leonardo’nun güzelliği karşısında büyülendiği Lefkara dantellerinin motiflerini, Milano’daki Santa Maria delle Grazie Manastırı’nın yemekhane binasının duvarını süsyelen ölümsüz eseri Son Akşam Yemeği’nde de kullandığı söylenir.
İsa ve havarilerinin yemek yediği masanın üzerindeki örtünün sağ ve sol uçlarındaki desenlerin, Lefkara danteli desenlerinden etkilendiği iddia ediliyor. Leonardo’nun beğenerek satın aldığı Lefkara İşinin üzerindeki desenler, bugün Da Vinci deseni olarak bilinmekte. Kıbrıslı Türkler arasında bu desene verilen ad ise ‘dere’.



Dokumacılık, nakış ve kadınlar
Kumaş dokumacılığı ve nakış işçiliği birçok kültürde tarih boyunca hep kadınlar ile özdeşleştirilmiş. Dokumacılığın gerçekten de kadınlar tarafından yapılan bir uğraş olmasının yanı sıra, bu ilişki ile ilgili birçok söylence ve inanış var. Yunan Mitolojisi’ndeki talihsiz Arachne, bu tip öykülerin bilinen en eskilerinden. Hikaye şöyle: Arachne, o kadar güzel nakış dokumaktadır ki, tanrıça Athena onu bir düelloya davet eder. Hangisi en güzel deseni dokursa, yarışmayı o kazanacaktır. Kızın nakışı karşısında dili tutulan Athena öfkelenir ve Arachne’nin nakışını yırtar. Zavallı Arachne, üzüntüsünden kendini asar. Ama Athena, onu, sonsuza kadar ağ örsün de hiç bir faydasını göremesin diye örümceğe dönüştürür.
Avalon’un Sisleri filminde, pagan dinine mensup kadınları, dokuma tezgahında büyü yaparken görürüz. Zira Hıristiyanlık öncesi Britanya’sında, bu yaygın bir inanıştı.
Alfred Lord Tennyson’ın ‘Lady of Shalott’ şiirinde ise, aynı isimli kahramanın büyülü dokuma tezgahı, ona dış dünyayı yansıtan bir aynadır.
Dokumacılık, nakış ve ağ örme; eskiden geleceğin şekillendirilmesi olarak algılanırdı; ve kadınlar bu marifete sahip olduklarından, mistik bir biçimde geleceği şekillendirebilecekleri düşünülürdü.

****Caretta Dergisi'nde yayımlandı.

21.10.08

Fragmented Spaces of Globalisation: A-pathetic Desert of Postmodern Nomad

“The deserted island is the origin, but a second origin. From it everything begins anew.”Gilles Deleuze “Desert Islands”, 13
“Nomads are motionless, and the nomadic adventure begins when they seek to stay in the same place by escaping the codes”.Gilles Deleuze “Nomadic Thought”, 261

The film Sheltering Sky begins with a nostalgia. The opening scenes of the film, shot black and white with a sort of nostalgic glance at the New York City, remind us the old flickers in the history of cinema. These flickers had a different speed of motion than what is accepted as the standard in cinema industry of today. In these movies, the images flickered and people and objects moved in a strangely and supernaturally faster speed. This is how the cinematographer Vittorio Storaro wants us to have a picture of New York on our minds for the rest of the film. New York is a melancholic nostalgia for the characters in this film. One of a quite different speed, time, and place. Actually, when one pays closer attention, it is apparent that these scenes are nothing but a montage of old archive shots showing various places and times in New York City. So, the city is shown in fragments. The film tell us in the first moment that in the memory of Port and Kit, the city is only a fragmented nostalgia.

Melancholy as Home
In the first scene after the credits, Port is shown lying in a state of distress under red and orange light – wet in anxiety, restless, uneasy. This is where the text of Paul Bowles begins - Port waking up from a dream:

“[H]e was too deeply immersed in the non-being from which he has just come. If he had not the energy to ascertain his position in time and space, he also lacked the desire. He was somewhere, he had come back through vast regions from nowhere; there was the certitude of an infinite sadness at the core of his consciousness, but the sadness was reassuring, because it alone was familiar.”

The non-being...He has just come... This description of deterritorialisation entails the comprehension of “being” as a list of attributes you hold according to the value system of the culture you are born into. This sort of reading suggests that once you moved away from it, you get stripped of your being. But here, the analogy merits attention. Port’s peculiar state that lingers between dream and wakefulness is parallelled to his journey away from home to North African deserts. In this respect, being away from home is resembled to nothing but a twilight sleep – between dream and reality. Not at an exact position in “time and space”; but floating between spaces. Port is both somewhere and nowhere, as the text suggests. Somewhere, but it is not important exactly where. He has come from nowhere, because left behind as the previous destination, now means nothing. In such a mobile position between fragments without depth, Port has only but one feeling familiar to him: sadness. Melancholy is the home of the traveller.
This melancholy can hardly be interpreted as a feeling of longing for home, though. Obviously, Port is never thinking of going back to New York, or Europe. Kit, however, believes they will “stop” and go back to New York, one day. She sometimes enjoys dreaming European cities .

Consuming Fragmented Spaces
What drives Port to such a state of mobility? He is rich, he is a New Yorker – one of those people we see in the beginning of the film, enjoying underground, skyscrapers, city lights, a metropolitan culture at its height. Renouncing the opportunities and facilities of living in one of the centres of Western society, he travels to desert. His departure off the geography he is born into might be romanticised through an interpretation that suggests that he renounced the system that governs West and went for the desert – the domain of nothingness. However, Port rather seemed to me a “consumer” – a consumer of spaces, shaped by postmodern condition : “No needs should be seen as fully satisfied, no desires considered ultimate” . Therefore, postmodern subject is driven into a state of excitement – an excitement seeker. “[A] good consumer is a fun-loving adventurer” . The postmodern subject is a nomad, travelling from one desire to another: “There is equally the restlessness, the mania for constant change, movement, difference – to sit still is to die” . The satisfaction, however, abides only in the moment of arrival. Then begins a new adventure towards a new satisfaction, which actually values so little compared to the process.
A sort of traveller like Port cannot really get into the culture he is travelling into. The lack of pathos is always existent within the postmodern nomad. In Sheltering Sky, we see Port drifting from one place to another without ever getting into real contact with the local culture, except for his mysterious journey to the tent of Marhnia. For him, the important thing is to “go”, to “travel”. As soon as he arrives in a town, he goes searching for the next bus to another city. No ultimate destination exists for Port. Port is a consumer of voyages. He is a collector of memories. He is always in exile. Although he is present in the towns of Sahara, he is simultaneously absent. He is like the “black hole” without a “white wall”. A half face without Kit . He watches everything around and registers to his subjectivity, yet he can hardly share them with Kit. There is always a sort of deferrence between the two. And this is mostly felt in the scene where the two are finally left alone as Tunner left for Messad:

“[R]ather than make any effort to ease whatever small tension might arise between them, she determined on the contrary to be intransigent about everything. It could come about now or later, that much-awaited reunion, but it must all be his doing. Because neither she nor Port had ever lived a life of any kind of regularity, they both had made the fatal error of coming hazily to regard time as non-existent. One year was like another year. Eventually everything would happen.”

Time, as non-existent...Kit determines to behave quite the contrary to her will. For she believes, time means nothing and what she longs for will happen eventually. Port undergoes a similar decision process a few lines before Kit’s. He “temporarily abandon[s] the idea of getting back together with Kit.” He takes this decision on intuitive grounds though. He believes that “when he least expect[s] it, the thing might come to pass of its own accord” .
Both are waiting for a re-union, so we learn, a re-birth of their intimate days. And to be reborn, he and Kit head for the desert - an island, surrounded by lands of different type. “A cosmic egg” – so does Deleuze call islands in his magnificent essay “Desert Islands”.

Noah’s Ark becomes a Bed of Pain
The title of Deleuze’s article, “Desert Islands” is twofold by nature. One can read it as a combination of an adjective and a noun – hence islands that are deserted, or, islands that are like deserts, or else, islands which are deserts themselves. Another reading would suggest – through noun plus noun combination – deserts as islands. Indeed, deserts are much like islands in their isolated nature.
In the case of Sheltering Sky, the desert is an island, so much as it is a deserted island for Port and Kit. Like ships around a deserted island, they wander around in distance but never really come ashore. Throughout the narrative, there are examples when Port goes for a walk into the city and meets the locals. These are only fragments, though. He can only experience the local culture in fragments. Kit’s existence, on the other hand, provides him a sort of connection to his native culture. The relationship of husband and wife is also fragmented and a parallel motif for this situation.
Desert, as a cosmic egg, in Deleuze’s sense, is expected to serve take away this fragmentedness. In “Desert Islands” Deleuze suggests:

“the formation of the world happens in two stages, in two periods of time, birth and rebirth, and that the second is just as necessary and essential as the first, and thus the first is necessarily compromised, born for renewal and already renounced in a catastrophe.”

We know that Port renounces New York when he comes to the Sahara, seeking for a new beginning in life that will come with succeeding integration and a re-birth of their marrigae with Kit. Also Kit, later on renounces her connections with that culture after the death of her husband, and she flees to the desert. There, she seeks for a new beginning with Belqassim in her new disguise.
Deleuze explains this renewal in his essay via the myth of flood; the first creation renounced and a new beginning is sought and only made possible by an island – a mountaintop circulated by flood waters around. Noah’s ark sets on this island, a sacred land in shape of egg. Remember that Port and Kit arrive in the Sahara by boat, actually they insist on coming by boat. The journey, intended for new beginnings, is therefore both an interior and exterior one.

“Nomads are motionless”
Earlier I have stated that Port was a consumer of voyages. There is no question that he is a traveller-type of fellow, as it is clearly indicated both by the narrative and by a key scene in the film. I have also stated that Port and Kit’s journeys into the desert have an interior value the aims of which are similar to the physical journey itself – the re-beginning. However, although these people try to escape from New York, from capitalist mode of production, from Western value system, they seem to be entrapped by it in some way. The very system conditions its individuals to a sort of restlessness and will to travel – remember Bauman’s point . In this sense, Deleuze discusses that the term “nomad” should actually be understood in a different way. For Deleuze, “real nomadic adventure begins when [one seeks] to stay in the same place by escaping the codes.” To seek a new beginning in the global world, one should think of travelling beyond the codes. If that is ever possible.

A Nomad in the Desert of the Real
“I think all you drinkers are victims of a huge mass hallucination” cries Port to Kit and Tunner, who are less like him in terms of postmodern restlessness.
Imagining everyone seeking a way out of this system actually as a result of the conditioning of this system, creates an image of the world as a desert. When stripped of its codes, signifiers and signifieds, its charming commodities, its conditioning media, the world is nothing but a global desert. As Baudrillard puts it: “Welcome to the desert of the real”.