12.8.07

Ithaca

Ithaca’ya yelken açtığında,

Uzun olsun yolun,

Macera ve bilgi dolu.

Korkayım deme sakın

Ne Lestrygonianlar ne Kikloplar,

Ne de kızgın Poseidon’dan:

Çıkamazlar yoluna onlar, duramazlar karşında

Eğer rahat tutarsan içini,

Tatlı bir duygu okşamaktaysa, bedenini ve zihnini.

Lestrygonianlar, Kikloplar,

Veya acımasız Poseidon çıkmayacaktır yoluna,

Ruhunda yer yoksa onlar gibisine,

Eğer ruhun izin vermezse onlarla karşılaşmana.

Uzun tut yolunu sen.

Düşün, sıcak yaz sabahlarında

İçin heyecan ve mutlulukla kıpır kıpırken

Ilk defa gördüğün limanlara yanaşacaksın;

Fenike pazarlarında oyalanacak,

Güzel kumaşlar, ipekler satın alacaksın,

Büyük inciler, mercanlar, kehribar ve abanozlar serilecek önüne,

Aklını başından alan parfümler bulacaksın,

Ve hayal edebildiğinden de çok parfüm alacaksın;

Mısır kentlerinde dolaşacak,

Bilgelerle karşılaşacak, öğrenecek ve öğreneceksin.

Ama Ithaca hep aklında olacak.

Oraya ulaşmak hep en önemli amacın olacak.

Ama acele ediyim deme sakın.

Bırak, onlarca yıl sürsün bu yolculuk;

Yaşlandığında demir at adana,

Yolda kazandığın onca şeyle birlikte,

Ithaca’nın sana bir zenginlik sunmasını beklemeden.

Ithaca, sana güzel bir yolculuk verdi.

O olmasaydı, asla çıkamazdın yola.

Artık sana verecek birşeyi yok Ithaca’nın.

Şimdi eğer aciz görüyorsan onu, Ithaca sana ihanet ettiğinden değil.

Yolculuğun ve tecrübelerinin verdiği bilgelikle anlamalısın,

Anlamış olmalısın ‘Ithaca’lar ne demektir...


şiir: Kavafis
çeviri: Aslı Özgen

7.8.07

Geç kalmanın metafiziği: Ulus Baker için..

Gilles Deleuze, zamandan konuşmanın mümkün olmadığını söylediğinde, “şimdi”nin kaypaklığından çıkmıştı yola. “Şimdi”den konuşmak, “şimdi”yi kavramak imkansızdır, çünkü “şimdi” farkına vardığımız an, geçmişe gömülür.
Ulus Baker, 12 Temmuz günü geçmişe gömüldü. Benim için küllerinden doğdu. Mecaz yapmıyorum. Onu hayatıma sokan ne yazık ki ölüm haberi oldu. Köşe bucak izini sürerken, yüzümü gizlemek, görünmez olmak istedim. Onun varlığından haberdar olamayışımın, onu tanıyamadan ellerimden kayıp gidişinin utancı vardı gözlerimde. Oysa Baker, hep olur ya, sadece bir nefes uzakmış benden... Elimi uzatsam oradaymış; ama her neyse körebenin kolları o yönü yoklamamış. Az yaklaşmış, eli Deleuze’e çarpmış, Spinoza’dan beride Ulus’a dokunamamış...
Kıbrıs’ta bulunduğum son 11 ay boyunca, ilk defa bu atmosferin anlamlı bir esintisi olduğunu bana hissettirdi Ulus. Onun annesi, Kıbrıslı Türk kadın şair Pembe Marmara; babası ise adanın en tanışmış psikiyatrlarından Sedat Baker’di. Kıbrıs’ta, orada, burada, şurada, farklı köşelerde Ulus’un parmak izleri var gibiydi. Düşünceli ve sorgulayan gözlerinden çıkan bir ateş, sigarasından bir nefes salınıyor olmalı Afrodit’in adasında.
Tanıl Bora, Ulus’un “Kendi fizikî varlığını hesaba katmayan, bahse konu etmeyen, sâfî Intellect gibi” olduğunu söylerken bunun “Kendisinin, fizikî varlığının sorumluluğunu almamasının görünüşü” olduğunu vurgular. Necmi Erdoğan da benzer bir duyguyu ifade ederken, Ulus’un “kendi bedenini Deleuze'ün deyişiyle ‘organsız beden’ gibi başsız sonsuz bir akış, serbest bir yoğunluk, göçebe bir tekillik, taşlaşmamış bir üretkenlik şeklinde” kurmuş olmasından bahseder. “Tıpkı Deleuze'ün ‘organsız beden’i gibi ‘sınırlanmasına’, akışının ‘kesilmesine’, müdahale edilmesine karşı durduğu için sağlıkla ilgili baskılara direndi”ğini düşünür Necmi Erdoğan.
Descartes’ın kartezyen ikilik ile ortaya attığı günden bu yana düşünce sistemimizi biçimlendiren ruh-beden ikiliğine karşı duran sayılı postmodern figürlerden biri olarak çıkıyor karşımıza Ulus. Her zaman “sağlıklı” olmanın “normal”, “bedenine iyi bakmayı reddetmenin” de “tuhaf” karşılandığı bu gelenek, bugün “beden” kavramının yarattığı tüm çağrışımlar açısından sorgulanmakta.
Ulus, felsefeyi yaşıyor, onu içselleştiriyordu... Bir yazısında dediği gibi felsefeyi, onu sadece kendi alanında uygulamaktan uzak gören ve Burjuva ikiyüzlülüğüne denk düşen “Batı pragmatizmi” çerçevesinde algılamıyor; yaşıyordu. Felsefelerini hayatlarının bir ölçüsü ve ritmi haline getirmeyi başaran Spinoza ve Nietzsche gibi, Ulus da Deleuze'ün bu felsefecileri tanımlamak için kullandığı, "kamusal" değil "özel" filozoflar kapsamına girebilir miydi?
1960 yılında Leningrad’ta dünyaya gelen Ulus, Dostoyeski’nin gri kentinde doğmuş olmayı da benzer biçimde içselleştirmişti. Şöyle diyordu bir yazısında: “diyelim ki bu Rus insanını biraz da kaderini paylaşarak daha iyi tanıma şansım oldu”. Bu toprakların halkı, tarihi, felsefecileri ve üstatları hakkında imrenilecek bilgiye ve fikre sahip Ulus’un Dostoyevski ve Tarkovski üzerine makalesi, Rus sanatının bu iki duayenini nasıl özümsediğinin basit bir resmi olarak çıkıyor karşımıza.
Bu yazısında cevabı hazır olan sorulara değinyor Ulus, Dostoyevski’den hep alıntılanan o “Tanrı yoksa her şey mubahtır” sözünden hareketle. Öteki türlü söylemeyi deneyelim: Her şeyin mubah olduğu bir toplumda, Tanrı ölmüş olmalıdır. Yani cevap sorudan önce vardır ve Dostoyevski bunu bu şekilde ifade etmiştir. Ulus, Godard’tan örnek verir netleştirmek için: "demek ki ölmemişim, çünkü bütün hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmedi." Ulus, bu tür Cogito’lara “kapalı soru” der.
Ulus’un yaşamı, bedeni ve zihni, tüm göstergeleriyle, postmodernizmin o sorgulayan tavrının bir göstereni gibiydi. Ersan Ocak, yazısında “onun yaptığının bir düşünce-duygu dokumacılığı olduğunu” düşündüğünden bahseder; “Aynı meseleyi her yeniden ele alışında farklı desenler dokuyan yaratıcı bir usta”... Deleuze ve Guattari’nin “rizom”u gibi; ilişkiler yumağı halinde, birbirini dürten, kavuşup kavuşup çözülen ve oradan bambaşka bir ontolojiye filiz veren bir bütünsellik ve etkileşim yumağı.
Bir tür “açık soru” Ulus’un deyimiyle, cevabı önceden hazır olmayan cinsten... Bizi hayrete düşürmeyi hedefleyen, cevaplanmayı değil hissedilmeyi bekleyen bir soru cümlesi gibi Ulus’un yaşamı. Deleuze'ün tanımıyla "şeylerin ortasından", birdenbire türeyen, neredeyse amaçsız; ama sormayan, söyleyen ve anlatan sorular.